Boyalı cinayetler adaleti çağırıyor: Avcının Son Gecesi

0
282

Boyalı cinayetler adaleti çağırıyor: Avcının Son Gecesi

Salt iyi ya da kötü olmak ne demek? Terazimizin hangi yönü ağır basıyor? Birini öldürmediğim için iyi bir insan mıyım, bu yeterli mi? İyi insan olmak için kötülüğün ne kadar uzağında durmalıyım? Ya da yin yang düsturunda onunla iç içe geçip, içimdeki tüm iyiliğin var olan tüm kötülüğü ezdiği günler mi yaşamalıyım? Doğru ne? Bana ne kadar uzaklıkta? Kendimden ne kadar uzaklaşırsam gerçek beni bulabilir ve onu gerçekten sevebilirim? Gökyüzüne başımı her kaldırdığımda hareket eden bulutlarda mı gizli cevap, yoksa bulutları kalbime yoldaş etmenin bir yolu var mı? Peki, adalet ne demek? Onu gerçekte içimizde saklı tuttuğumuz vicdanımız mı sağlıyor, yoksa kurulu mahkemeler mi? Adalet ne demek? Doğru tanımı hepimiz adına kim yapıyor?

Avcının Son Gecesi’ni okuduktan sonra zihnimde dolaşan sorulardan birkaçı bunlar. Bir de yaşadığım düzene ve insan olmanın dayanılmaz ağırlığı ile döneme ait boşluk hissim var. Bazen insan kitaplarda ya da filmlerde kendiliğinden, doğal bir şekilde gelen adaleti özlüyor. Bu, hasretini çektiğin şeyleri hiç fark etmeden özlemek gibi; neyi, neden, hangi ara özlediğini bilmeden. Hiç tanımadığın ama çok sevdiğin bir ağaç dalını özler gibi.

Avcının Son Gecesi bir polisiye roman, ama hikâye boyunca katilin kim olduğunu zerre merak etmiyorsunuz. Çünkü zaten yazar, katilin kim olduğunu en başından gözümüzün önünde tutuyor. Adım adım her düşünce her acı dökülüyor cümlelerden. Ona “Avcı” diyorlar. Bu adı öldürdüğü insanların kalbini yerinden söktüğü için Prenses ve Avcı masalından sebep veriyorlar ona. Çünkü Avcı, yirmi kişilik listesini özellikle çocuk ve kadın katillerinden, tecavüzcülerinden seçiyor. Bu kitabın amacı katili aramak değil, bunu neden yaptığını anlamak. Belki de başka bakış açısından adaleti görünür kılmak. Adalete on altı başka dilde daha susamak…

Boyalı cinayetler adaleti çağırıyor: Avcının Son Gecesi  #1

Dilruba Yıldız

Dilruba Yıldız gencecik bir yazar; üstelik ödüllü. Bazen bir bilgiyi bilirsiniz, ama tekrar duyduğunuzda şaşırırsınız ya, bana da aynısı oldu. Kitabı okurken bir arkadaşımla paylaştım, üzerine konuşurken o söyleyince şaşırarak yeniden fark ettim. Yıldız, gencecik bir yazar ve zekice bir kurguyla sürüklüyor. Kimi yerde burnunun direği sızlıyor, çünkü muhakkak kendinden bir şeyler de buluyorsun. Bulamasak da yaşadığımız dönemin benzer üçüncü sayfa haberlerini temeline almış bu hikâye, tüm detaylarıyla hayatın ta kendisi; gözlerimizi doldurmadan geçemediğimiz, özellikle kadınların kalbine bir başka sızı bırakan o haberler. İnsanın kalbini yerinden söken o anlar bütünü. Yirmi başka cinayette benzer duygularla bir kez daha balkon duvarında buluyor insan kendini. Gökyüzü bugün de karanlık. Bir başka şehrin göğünde belirgin tüm yıldızlar şahit buna. Bir de köşedeki sokak lambasına üşüşen ateş böcekleri…

“Evet, yaptım. Birini öldürdüm. Ellerimde can çekişti, haddiymiş gibi yaşamak istedi. İlkti ama son olmayacak. Üzülmedim mi? Üzüldüm. O insan müsveddesinin tecavüz ettiği üç yaşındaki bebeğe. Evladı için hastane koridorlarında ağlayan o anneye üzüldüm. Merhamet sokağımın kaldırım taşı çıktı yerinden. Ben de takılıp düştüm bir kin kuyusunun içine. Yine de… Benim de merhametim var, ben cani değilim. Fakat söz konusu ölü kadınlar, yaralı çocuklar olunca öfkemin dikenli tellerine takılıyor merhametim. Bir kabrin sahibine boşuna söz vermedim!” (Sayfa 13)

Avcının Son Gecesi, yaşadığımız toplumun tüm travmalarını yüklenmiş, bize gerçek adaletin kimde olduğunu sorgulatıyor. Üstelik Yıldız, bunu şiirsel bir dille yapıyor. Pek çok özel şairden alıntıladığı dizelerle de zenginleşiyor bu anlatım. Açıkçası şiirsel bir anlatımla akan bir polisiye kulağa tuhaf geliyor olsa da okurken rahatsız etmiyor. Aksine, katilinin böyle ortada olduğu, bu kez onu anlamak için yola çıktığımız bir polisiyenin tam olarak böyle bir dile ihtiyacı varmış, hissi doğuyor. Sanırım bu bir kitaptan ya da polisiyeden ne beklediğinizle de ilgili. Ayrıca bu kitap, her türlü şiddetin geri dönülmez izlerinin olduğunu, psikolojik boyutları üzerine tekrar tekrar düşünmek gerektiğini de tüm alt metinler boyunca haykırıyor.

Şiirler, sırlar, cinayet, adalet ve aşk. Kitap bu temalar üzerine kurulu. Çıkacağı haber verilirken Avcının Son Gecesi’nin çok gürültülü olacağı söyleniyordu. Evet, bu, kulakları sağır eden bir sessizliğin gürültüsü en çok! Son cümleyi okurken yaşadığım en büyük acı neydi, diye düşündüm. En köklü travmalarımdan sonra katil olmaktan beni alıkoyan ne oldu da ben bir şekilde normal kabul edilen bir insan oldum? En büyük şansım sevildiğini bilerek büyüyen bir çocuk olmak mıydı? Gördünüz mü, işin ucu yine nasıl da sevgiye bağlandı ama! Hep öyle olur zaten. Biz hayatımızı hep sevilmek ve anlaşılmak için yaşarız. Bir seri katil olduğu için Avcı olarak anılan, renklerin bile kalbini aydınlatmaya bir türlü yetmediği ressam Altay Oflaz da kuşkusuz anlaşılmayı çok isterdi. Feryal’de bulduğu aşkı çok daha önce yaşamayı, onunla birlikte iyileşmeyi… Ya da benim hayalperest ruhum öyle olurdu, diye düşündü. Çünkü dibini sıyırdığımız tüm güzel düşüncelerimiz peri tozu olmanın vaktini kaçırdığında, yıldızlar gökten yere indi ve kimse bunu fark etmedi. Mutluluğu kovaladığımız şu dünyada belki de her şey sadece bundan ibaretti.

“Mutluluk çabuk bayatlıyor, kederse hep taze kalıyor; bilmem neden… Aslında… Mutluluğa anlam kazandıran şey yakamızı bırakmayan kederler değil mi? İnsanın gördüğü, ne görmek istiyorsa o değil mi? Bir hikâye vardır Yunan mitolojisinde. Tanrılar; insanlar mutluluğu arasın, bu sayede kıymetli olsun diye saklamaya karar verirler. İçlerinden biri, “Göklerin en uzağına saklayalım,” der. Diğeri, “Denizin en dibine…” derken öbürü de, “Ormanın en kuytusuna saklayalım,” der. Sonunda bir başkası çıkar ve der ki: “İçlerine saklayalım. Oraya bakmak akıllarına gelmez.” (Sayfa 209)

Bu hikâye aklıma pek çok soru çağırmanın da yanında, var olanları da su yüzüne çıkarıyor. Bir diğer soru da şu: Her şey bir tesadüf müydü? Dahası tesadüfleri neden kitaplarda ya da filmlerde görüp şaşırıyoruz? Bu kadar tesadüf gerçek hayatta da oluyor ve biz fark etmiyoruz, diye hepimize kırgınım sanırım. Çünkü kaderimiz kapı eşiğinde bize her an bir şeyler fısıldıyor ve biz, onları duymuyoruz. Oysa Altay duydu. Gözü kara Cumhuriyet Savcımız Feryal‘e de tüm planları dahilinde elleriyle söküp aldığı kalplerin gölgesinde kendi kalbine söz geçiremediği aşkıyla duyurdu. Ama zamanındaydı ama geç kaldı, ama doğruydu ama yanlış; bu da bir başka sorunun çemberinde. Hikâyenin akan kan gölüne dönmüş nehrinde içimizde bir sızı; adalet neydi, bir olaya kaç başka açıdan, kaç başka gözden bakılırdı, bir bir sorduk. Sormalıydık. Hayat bunca irini ve sevgiyi aynı yatakta bu kadar muntazam nasıl ayrıştırırdı yoksa?

Kitapta çok fazla detay var; durup düşündüren, yer yer öğreten yer yer iç ısıtan. Örneğin bunlardan biri Altay’ın ressam olmasından sebep bahsi geçen tablolar. Son Akşam Yemeği’nin hikâyesi bir başka boyutta dönüp duruyor örneğin şimdi zihnimde. Altay’ın, Rene Magritte’nin Âşıklar tablosundan bahsederken aslında kitabı bir açıdan özetleyişi de hemen onun yanında duruyor. Şöyle diyor:

“Kimi, en samimi ilişkilerde bile karşıdaki insanın özünün bilinemeyeceğini ve bir şeylerin hep gizli kalacağını savunur. Kiminin dediğine göre de ‘Aşkın gözü kördür,’ mesajını verir.” (Sayfa 141)

Evet, aşkın gözünün kör olduğunu söyleriz ve çoğu zaman buna inanırız, ancak burada konu, insanın özünün asla bilinemeyeceği. Feryal ve Altay’ın aşkı, adaletin sorgulandığı noktada gerçek boyutunu kazanıyor. Feryal, mesleğinin hakkını veren müthiş güçlü bir kadın. Onun da geçmişten gelen bir travması var; Altay onun da intikamını almak, adaleti kendi dilinde onun için de sağlamak istiyor. Ama her insanın kendi içinde taşıdığı adalet duygusu işte tam olarak bu noktada birbiriyle çakışıyor. O malum gecede Altay, kendi adaletini sağlaması için silahı Feryal’in eline tutuşturduğunda, savcı hanım her şeyi kendi terazisinde ve bir anda tartıyor. Çok düşündüm; ben olsam o tetiği kime çekerdim? Benim kalbimin adaleti kimseye ateş açamadı. Bir romanın içindeydim ve kendimi o karakterin yerine koymaktan öteye gidemiyordum. Bir yandan da cevabım kendi içimde başka çıkmaz sokaklar buldu. Her bir evin yanıp sönen ışığında sebepsiz yere öldürülen bir kadın, tacize uğrayıp sessizliğe mahkûm edilmiş bir çocuk, bir köşede işkence edilmiş bir hayvan vardı. Adalet her ne ise artık onlar için gelmeliydi!

Boyalı cinayetler adaleti çağırıyor: Avcının Son Gecesi  #2

Dilruba Yıldız

Ve bir yerde şunu da anlıyoruz: Aşk denen şey iki insan aynı pencereden bakmadığında da var olmanın bir yolunu buluyordu. Kızdığında da kırıldığında da kanlar döküldüğünde de…

Altay, resimlerinde genel olarak kırmızı, beyaz, mavi ve siyah renklerini kullanıyor. Mavi, göğü; kırmızı, cehennemi; siyah, arzuları ve beyaz ise örtüleri temsil ediyor. “Bütün hayatlar bunlar üzerine kuruludur işte. Gök, cehennem, arzular ve örtüler…” diyordu. Tüm bunlar çocukluğunun ait olduğu Nevşehir’e, yani Kapadokya’ya ne kadar çok benziyordu. O, Feryal’le gün doğumunu izlerlerken aklımdan geçen şey tam olarak buydu. Renkler benim için en çok buradayken Altay’ın sözünü ettiği anlamını buldu. Ve burada dayısından öğrendik; Altay hikâye anlatmayı çok sevme özelliğini annesinden, yabancı dillere olan ilgisini babasından ve şiirlerini de teyzesinden almıştı. Dayısının anlattığı çocuk Altay’ın Avcı’ya dönüşmesinin hikâyesiydi bu bölüm. Belki katili anlamaya, onun adalet duygusuna yakın durmaya işte bu büyük düğümün çözülmesiyle başlıyorduk. Ve bu kez aşkın gözü bildiğimiz anlamda kör değildi, biz okur olarak Altay’ı Feryal’den önce affedebiliyorduk. Ne yüce gönüllüydük ama…

“Aynı sokakta, aynı gemide, aynı otobüste, aynı metroda; yan yana ve karşı karşıyasınız benimle. Arkanızda yürüyen, yanına oturduğunuz katil benim. Gözleriniz bana çarpıyor ara sıra fakat hanginiz bilebilir, benim o gözlerle bir kan gölünü süzdüğümü? Kimi zaman elleriniz değiyor ellerime. Hanginiz bilebilir, o ellerle bir maktul yarattığımı? Hanginiz bilebilir, bastığınız kaldırım taşına basan ayaklarımın vahşete koştuğunu? Gülümserim, şefkatle okşarım bir kedinin başını; beni temiz sanırsınız. Sizden alışveriş yaparım yahut aynı markette sıraya girmiş oluruz. Elimde birkaç kilo patates, birkaç kilo soğan olur; belki aile babasıyımdır. Bir katilin kasaya ödediği kâğıt parayı, para üstü olarak alırsınız. Aynı yere parmak izimizi bırakırız böylece. Araçlarımızı park ederiz sizinle peşi sıra. Bilmezsiniz, cinayet aletleri taşınır arkanızdaki araçta. Bazen iş arkadaşınız olurum, bazen kapı komşunuz, bazen en yakın dostunuz, bazen ailenizin bir ferdi… Öyle bir kamufle olurum ki hissedemezsiniz eli kanlı, dili canlı bir fail olduğumu. Ben bilirim, demir testeresinin kemiklerinizi nasıl kesebileceğini. Ben bilirim; sigaranızın izmaritinden, oradan geçtiğinizin tespit edilebileceğini. Ben bilirim; bir kesiden vücudunuzdaki tüm kanın kaç dakikada tükeneceğini. Peki, siz bunları bildiğimi bilseniz… Bilseniz nasıl olurdu?” (Sayfa 40)

Peki, dökülen onca kanın bir ressamın ellerinden çıktığına inanmak ne kadar mümkün? Bu soruyu da sordum kendime. Sonra alıntıladığım bu kısmı dönüp bir kez daha okudum. Fırça tutan o eller kana bulanmıştı ve kibar bir ressam da katil olabilirdi. Altay’ın katil oluşuna inanmıştım. İnanıyorsunuz, çünkü Altay’ın çok fazla sebebi var. Öylesine kaybolmuş ve kendine ait hissettiği bir yer bulamayan bir insan, demek ki bir yerden sonra evinin neresi olduğunu aramaktansa kendi gibi çok canı yanmışların yaralarını sarmayı hayattaki en büyük amacı olarak görebiliyor. Bunun için de kitabın kapağını açar açmaz Altay’ın, kitaba göre Avcı’nın, yükselen “adalet” sesini duyuyor ve son sayfaya kadar birlikte yürüyorsunuz. Yer yer hak veriyor, yer yer bunun için kendinize kızıyor ve yer yer de Altay’ın ruhunun hasta olan yönüyle yüzleşiyorsunuz. Başka karakterlerin de ağzından anlatımlar var ancak kitap genel olarak Altay ve Feryal’in bakış açısından akıyor. Bu, cinayetlerin gölgesinde kalpte yaşanan bir aşkın da hikâyesi. Ancak adaletin sesi hangi taraftan daha yüksek çıkıyor, bir girdabın içinde olduğunuzdan buna karar vermek gerçekten çok zor.

“Katil değilim ben. Sanatçılardan kime ne zarar gelir? Sanatçılar kendilerinden daha fazla kime zarar verir? Ernest Hemingway bir av tüfeğiyle, Marilyn Monroe yüksek dozda sakinleştiriciyle, Beşir Fuad bileklerini kestiği jiletle, Virginia Woolf ise Ouse Nehri’ne girerken ceketinin cebine doldurduğu taşlarla hayatına son vermişti. Sanatçılar, zamanın dayanılmazlığına karşı ancak kendi canlarını alırlar. Tam da bu yüzden ben bir seri katil değilim. Sıradan bir insanım. Resim yapan, müzik dinleyen, şiir okuyan, kitapları seven biriyim. Katil değilim ben.” (Sayfa 121)

Kitap, Avcı’nın şu sözüyle başlıyor: “Her şeyi değiştirebileceğime inanıyorum.” Ve Altay, küllerinden doğup daha özgür bir boyuta geçerken bunu başarıyor da. Artık romandaki hiç kimse yolun başındaki insanlar değil. Herkes bu değişimden payına düşeni alıyor. Belki de bazen gerçekten doğru yerlere yanlış yollardan gidiliyor.

Yine kendimi durduramadığım bir yazıya dönüştü bu. Ama beni en çok etkileyen detayı sona sakladım. Altay’ın oğlu Selim’in ölüleri toprağa diktiklerini ve ondan ağaç çıkacağını sanması tam kitabın sonuna gelmişken bir başka umudun doğuşu gibiydi. Siz ne düşünürsünüz bilemem, ama bir şeyin bitiminde yeni bir şeyin başlayacak olması ve umut dolu olması benim için olması gereken şey. Hem kim bilir belki de bir çocuk masumiyetinde sevdiklerimiz öldüğünde onların ağaç olduğunu düşünmek iyi bir şeydir. Nihayetinde mezarlıklarda hep ağaçlar var…

Bir de bu yazıda benim için ironik olan bir not düşmek istiyorum: Ben bu yazıyı Adana Demirspor için damlardan sıkılan silahların gölgesinde yazıyorum. Ve bence benden sonrasını en iyi çok güzel bir şarkının tam şurası anlatıyor:

“Durdurdum zamanı,

Benden buraya kadar.”

(İncesaz – İnce Ayar)

Boyalı cinayetler adaleti çağırıyor: Avcının Son Gecesi  #3

Avcının Son Gecesi, Dilruba Yıldız, Portakal Kitap, 336 Sayfa, Nisan 2021

*

Damla Karakuş

[email protected]

Instagram: biyografivekitap

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz